Mümin blogunda daha önce yayınlamadığı bir hikayeyi paylaştı benimle. Kendisine çok teşekkür ediyorum ve ekliyorum: eğer takip etmek isterseniz şuradan Mümin'in bloguna ulaşabilirsiniz.
---------------------------
Aslında beklenmedik bir şey de değildi..
Bir sabah yataktan sıçradığında sadece açık perdeden içeri süzülen bahar güneşi ve odada bıraktığı hafif sıcaklığın yanında havada uçuşan tozlardan başka bir şey yoktu etrafında. Yine de etrafına bakmak yerine gözlerini tavana dikip biraz önce gördüklerini tekrar gözlerinin önüne getirdi. Düşündü, düşündü, düşündü..
-o-
Alışmıştı artık, zaman zaman rüyalar ve düşünceler bir oluyor, ying ve yang gibi birbiri etrafında dönerken büyüyor, büyüdükçe acıyı ve tatlıyı içine alan bir dünya gibi sarıyordu etrafını. O ise buna karşı koyamıyor, gözleri önünde filizlenen tohumun büyüdükçe ona verdiği heyecanın da etkisiyle günleri daha hızlı geçirmek istiyordu. Günler daha hızlı geçecek, filiz daha hızlı büyüyecekti. Her geçen gün büyüyen papatyanın kelebekten uzun, kaplumbağadan kısa ömrünün, hafif de olsa bahar güneşi alan salon masasındaki eski cam vazoda beş ile yedi gün içinde tükeneceğini düşünmüyordu.
Günü geldiğinde, uyandığında hissettiği şey ne odaya sızan güneş, ne hafif aralık camdan gelen toprak kokusu, ne de fırından yeni çıkmış poğaçaların çıtırtısı oldu, sadece ve sadece besleyip büyüttüğü “umut”ların artık yeterince yeşermiş ve uçmaya hazır kelebek edasında bekleyişini gördü aynadaki aksinde. İlk kez anne diyen bir bebeğin gülümsemesi vardı yüzünde ve annenin gözlerindeki ışıltı kaplamıştı göz bebeklerini. Fakat erken gelen bu gülümsemenin yerini, ara sıra güzel şekiller çizse de son zamanlarda gri gri dolaşan bulutlar gibi keyifsiz bir havanın alacağının da farkında değildi. Güzeldi..
-o-
“Yanlış her zaman yanlış değildir ama ne zaman yanlış ne zaman doğru, bunu da bilmek kolay değildir.”
Bilemiyordu. Siyah ve beyazın dansı gibi büyüyen heyecan, bir anda bozulan bir dengeyle siyah ve beyazın iç içe geçtiği gri bulutlar halini almıştı. Artık hakimiyetinden çıkan filiz koskoca bir ormana dönmüş ve adeta onu esir almıştı, fakat birbiri ardına istiflenmiş dev ağaçlar olsa da orman, sonuçta hayatı bir kibrit çöpünün ucundan çıkacak kesif bir kükürt kokusuyla son bulacak kadar zayıftı ve nitekim öyle de oldu. Önce bir “ses” duyuldu, sonra bir “çıtırdı”, kimileri bunun kırılan bir kalpten geldiğini söylese de kibrit her şeyin özetiydi aslında. Is kokusu boğazını, duman gözlerini yakarken, ne bir parça öksürük ne de bir damla gözyaşı sarfetmeden kurtarmak istedi filizlenen çiçeğini. Küçücük bir papatya olmasını beklerken orman olup hem kendini hem onu yakan bu “umut” adeta ömrünün bitmesini bekleyen kaplumbağa gibi çıktı alevlerin arasından. “Baba” diyordu gözleri ışıl ışıl, bekliyordu, kıyıya paralel giden Alsancak – Konak vapurunda bir parça gevrek bekleyen martılar gibi bekliyordu. İlgi bekliyordu, sevgi bekliyordu. Aldı.
Bir sabah yataktan sıçradığında sadece açık perdeden içeri süzülen bahar güneşi ve odada bıraktığı hafif sıcaklığın yanında havada uçuşan tozlardan başka bir şey yoktu etrafında. Az önce gördüklerini gözlerinin önüne getirmek yerine sol tarafına hafif bir bakış attı. Görebileceği her şey oradaydı zaten, eski cam bir vazodaki “umut” ve yanında bir kitap, üstünde de bir isim, “Bir Aşk Masalı”…
Mümin Erakbaş
Yorum Gönder